SABAHATTiN ALi

25 Subat 1907'de Gümülcine / Igridere'de dogdu. Ilkögrenimini Üsküdar, Çanakkale ve Edremit'te yapti (1921). Balikesir Muallim Mektebi'ni bitirdi (1927) ve ayni yil Yozgat Cumhuriyet Ilkolulu'na ögretmen oldu. Milli Egitim Bakanligi bursuyla 1928'de Almanya'ya gitti, 1930 yili Martinda yurda döndü, Aydin ve Konya'da ögretmenligini sürdürdü. Nazim Hikmet'le tanisarak, onun çalistigi Resimli Ay'da öykülerini yayimlamaya basladi. Hey anavatandan ayrilmayanlar Bulanik dereler durulmus mudur? Dinmis mi olukla akan o kanlar? Büyük hedeflere varilmis midir? Asarlar mi hâlâ hakka tapani? Mebus yaparlar mi her saklabani? Köylünün elinde var mi sabani? Siska öküzleri dirilmis midir? Cümlesi belî der Enelhak dese, Hâlâ taparlar mi koca terese? Isme girmedi mi hâlâ kodese? Kel Ali'nin boynu vurulmus mudur? Koca teres kafayi bir çekince .................... Iskendere bile dudak bükünce Hicabindan yerler yarilmis midir? dizeleriyle Atatürk'e hakaret ettigi gerekçesiyle tutuklandi( 1932), bir yila hüküm giydi, Konya ve Sinop Hapishanelerinde yatti, 1933'te memuriyet kaydi silindi. Cumhuriyet'in onuncu yil dönümünde çikarilan afla hapisten çikti(29 Ekim 1933). Yeniden memur olabilmesi için bagliligini ispatlamasi istendi ve bu amaçla 15 Ocak 1934 tarihli Varlik'ta (13. Sayi) "Benim Askim" baslikli, Sensin kalbim degildir, böyle gögsümde vuran, Sensin "Ülkü" adiyla beynimde dimdik duran Sensin çeyrek asirlik günlerimi dolduran Seni çikartsam ömrüm baslamadan bitiyor Hem bunlari ne çikar anlatsam bir düziye Hisler kambur oluyor dökülüyor yaziya Kisacasi gönlümü verdim Ulu Gazi'ye Gögsümde simdi yalniz onun aski yatiyor. dörtlüklerini de içeren Atatürk'e övgü siiri yayimladi ve karsiliginda MEB Talim Terbiye Dairesi Mümeyyizligi'ne atanarak issizlikten kurtuldu (30 Eylül 1934). 1937'deki askerligini takiben, önce Ankara Musiki Muallim Mektebi Türkçe ögretmenligine, ardindan çevirmen, ögretmen ve dramaturg olarak çalisacagi Devlet Konservatuari'na atandi (1938). 1945'de Yeni Dünya gazetesinin, 1946'da Marko Pasa'nin nesrine katildi. Marko Pasa'daki yazilari yüzünden çesitli kovusturmalara ugradi, bunlardan birinden yedi aya hüküm giydi. 1948'de Zincirli Hürriyet'teki bir yazisindan dolayi yine hakkinda kovusturma açilinca nakliyecilige baslayan Sabahattin Ali, 1 Nisan 1948 tarihinde yurt disina kaçma girisimi sirasinda öldürüldü, cesedi öldürülüsünden iki buçuk ay sonra (16 Haziran 1948) bulundu.

Öykü Kitaplari
Öykü: Degirmen (1935), Kagni (1936), Ses (1937), Yeni Dünya (1943), Sirça Kösk (1947)

DEĞİRMEN hikayesi için tıkla...

Öykü - SES 
1.

Bizi Beysehirden Konya'ya götüren kamyon Barsakderesi dedikleri bir bogazda sakatlandi. Soför ve muavini motör kapaklarini açtilar. Oturduklari minderi kaldirip onun altindan çikardiklari bir sürü alet ve edavati ortaya döktüler. Ondan sonra saatlerce süren bir tamir basladi. Bazan her ikisi makinenin alina sürünüp arka üstü yatiyorlar ve elleriyle motörün alt kismini kurcaliyorlar, bazan da biri soför mahallinde gaza basiyor ve motörü isletiyor ve digeri bu esnada porselen baslikli bir takim memeleri yerlerinden oynatiyordu.
Ikindi günesi altinda kamyonun musamba kapli karoserisi tahammül edilemeyecek bir hal almisti. Yolcular birer birer atlayip dagildilar. Bir kismi merakla soförü seyrediyor, ve o dinlenmek için motörden biraz basini kaldirip duracak olsa:
"Bitti mi?" diye heyecanla soruyordu.
Daha az merakli birkaç yolcu ile ben ve arkadasim bogazin garp tarafina, gölge bir yere dogru yürüdük ve birer tasin üstüne oturup beklemege ve etrafimiza bakinmaga basladik.
Kamyonun durdugu yerin biraz ilerisinde, yolun kenarinda iki çadir ve bunlarin etrafinda birkaç kazma kürek ile bir el arabasi vardi. Daha uzakta ise tas kirmakla ve kum tasimakla mesgul bir miktar yol amelesi görülüyordu.
Günes arkamizdaki sirta gömüldükçe, karsi taraftaki tepenin üzerine serpilmis bulunan çam agaçlarina gitgide kirmizilasan bir isik yolluyor, vadiyi süratle artan bir losuga terkediyordu. Serin bir ilkbahar günü idi ve orta yerde akan küçük dere miriltiya benzer seslerini duyurmaga basliyordu.
Yoldan birkaç araba ve otomobil gelip geçti. Bizim kamyonun yaninda biraz durdular ve soföre bir sey lazim mi, diye sordular. Içerisinde bos yer bulunan bir kamyon, vakit geçtikçe telaslari artan ve mütemadiyen soföre söylenen bizim yolculardan iki kadini adli. Konyaya götürdü.
Diger yolcular grup grup oturmuslar, bir seyler anlatiyorlardi. Bizim yanimizda bulunan ve buraya yakin köylerden birinde bakkal oldugunu söyliyen tahta ayakli bir ihtiyar kalkip otomobile gitti, çuvalini sirtladi, soföre birkaç küfür savurduktan sonra yola düzüldü.
Adamakilli aksam olmustu. Yol amelesi çadirlarina dönerek ates yakmaga baslamislardi. Bizim kamyon sosenin bir kenarinda muazzam bir hayvan ölüsü gibi hareketsiz duruyordu. Soför ve muavini, üstleri yag ve toprak içinde, yüzlerinden siyah terler damliyarak, bir kenara oturup uzunca bir dinlenme yapiyorlardi.
Yolcularin ekserisi bu gibi hadiselere alisik olduklari için sadece baslarini salliyorlar ve sepetlerini, çikinlarini açarak bir seyler yiyorlardi.
Bir müddet daha geçip ortalik adamakilli kararinca soför, yol amelesinden bir fener alarak yeniden isine koyuldu. Biz yolcular, birdenbire çöken sükutun içinde, oldugumuz yerlere uzanmis, kimildamadan duruyorduk.
Arkamizda günesin kaybolup gittigi tepenin agaçlari birdenbire mavimtirak ve soluk isiga gömüldü. Arkadasimin yüzüne baktim. O gözlerini karsiya dikmisti. Yamacin üzerine seyrekçe serpilmis olan siyah çamlar, süratle aydinlanan gökyüzüne titrek silüetler çiziyorlardi. Arkadasim bir müddet bunlari seyrettikten sonra:
"Nerdeyse ay görünecek!" dedi.
Tam bu sirada kekik kokulari ve ince çitirtilarla dolu havayi hafiften gelen bir saz titretti. Müzikle ugrasan ve bir müzik mektebinde vazifesi olan arkadasim dogruldu. Kaslarini çatarak dinlemege basladi.
Yol amelesinin çadiri tarafindan gelen saz ustaca çalinan bir meyandan sonra, susar gibi oldu ve bir erkek sesi o zamana kadar duymadigimiz, fakat bize yabanci da gelmiyen bir halk sarkisi söylemege basladi:
Döndüm daldan kopan kuru yapraga
Seher yeli, dagit beni, kir beni;
Götür tozlarimi burdan uzaga
Yarin çiplak ayagina sür beni...
Bu sefer ben de dogruldum. Saz tekrar kivrak bir ara nagmesine basladigi halde, kulagimda hala deminki sesin çinlamalari vardi.
Arkadasim:
"Bu ne?" demek ister gibi yüzüme bakti.
"Fevkalade!" diye mirildandim.
Ses tekrar, ve bütün vadiyi çinlatircasina basladi:
Aldim sazi çiktim gurbet görmege,
Dönüp yare geldim yüzüm sürmeye,
Ne lüzum var suna, buna sormaya,
Senden ayri ne hal oldum gör beni.
Ömrümde bu kadar gür, tatli bir erkek sesi dinlememistim. Bir insan girtlagindan bu kadar manali ve sarici seslerin nasil çikabildigine hayret ediyordum. Arkadasim kalkti, beni de kaldirdi. Amelenin çadirina dogru yürümege basladik.
Ovada, çadirin önünde, dört bes kisi oturmuslardi. Etraflarinda kazma ve kürek serpilmis duruyordu. Çadirin kapisina asilmis bir fener sallandikça, vadinin içine dogru uzanan ve baslari karanlikta kaybolan gölgeler belli belirsiz kimildaniyorlardi.
Yirmi yasindan fazla göstermiyen bir delikanli çadirin önünde, yan yatmis bir el arabasinin üstüne oturarak saz çaliyordu. Basi gögsüne yatmis ve gözleri yere dikilmis oldugu için çehresini tamamen görmege imkan oktu. Fenerin aydinlattigi alni ter damlalariyle kapli idi. Sazinin uzun sapi, sasirtici bir süratle asagi yukari kayan parmaklarinin altinda, canli bir mahluk gibi titriyordu. Tellere vuran sag eli, küçük fakat kendinden emin hareketler yapiyor, bu el sazin gövdesine her yaklastikça, insan, sanki, o tahta ile bu et arasinda gizli, fakat çok manali ve mühim bir konusma oluyormus zannediyordu.
Çadiri ve bulundugumuz yeri bir aydinlik yalayip geçti, vadinin öbür ucuna kadar uzandi. Basimizi kaldirdik, karsimizdaki sirti asip yukari firlayan ayi gördük.
Saz çalan delikanli da basini kaldirdi ve gözlerini biraz yumarak, tam karsisinda beliren bu aydinlik yüzlü dinleyiciyi süzdü. Sonra saza vuran eli yavasladi, gözleri kapandi, bogazi gerildi ve yüzü kirmizilasti. Biz hayretle onu seyrederken, ince dudaklarinin arasindan beyaz disler göründü ve delikanli, bu sefer hitap eder gibi, sarkisina devam etti:
Ayin savki vurur sazim üstüne,
Söz söyleyen yoktur sözüm üstüne
Gel ey hilal kaslim dizim üstüne,
Ay bir yandan, sen bir yandan sar beni.
Otomobilin diger yolculari da toplânmislardi. Herkes hayretle kipkirmizi yüzlü gence bakiyorlardi. O, esrarli bir dil konusan ellerini sazin üzerinde hareket ettirmege baslamis ve gözlerini yere, yahut kucagindan firlamak ister gibi siçrayan sazina dikmisti. Pek az bir duraklamadan sonra, bu sefer basini kaldirmadan, daha yavas, fakat eskisi kadar tatli ve derinden gelen bir sesle sunlari okudu:
Sekiz yildir ugramadim yurduma,
Dert ortagi aramadim derdime,
Geleceksen bir gün düsüp ardima,
Kula degil yüregine sor beni.
Ve sazini, iki kuvvetli vurustan sonra, yanina birakarak basini kaldirdi. Orada bulunanlardan birkaçi yasa diye bagirdilar. O, gözlerini hiç kimsenin üzerinde durdurmiyarak, boslukta dolastirmaga basladi. Hafifçe tebessüm etmege de çalisiyordu.
Arkadasim yanina sokularak sordu:
"Senin adin ne oglum?"
"Ali!"
"Nerelisin?"
"Sivasliyim!"
"Sazi nereden ögrendin?"
"Ne bileyim? Küçükten beri çalarim."
"Söylemeyi?"
"Onu da öyle... Sonra bir iki usta asik yaninda gezdim."
Arkadasim bana bakti:
"Harikulade bir ses, azizim, yillarca arasak bulamayiz. Ben bu oglanin arkasini birakmam!" dedi. Sonra tekrar ona dönerek yasini sordu. Yirmi iki imis. Cebinden defterini çikararak bir seyler notetti ve delikanlinin adresini almak istedi. Çocuk evvela sasirdi. Verecek bir adresi yoktu. Bugün burda, yarin orda amelelik yapiyordu. "Beysehir yolunda Sivasli Ali desen olmaz mi?" diye soruyordu. Nihayet Konyada, gelip gittikçe ugradigi bir hanin ismini söyledi. Dostum onlari da kaydetti. Bu sirada, epeyden beri yanimizda durup bizimle birlikte saz dinliyen soför:
"Beyler, otomobil hazir!" dedi.
Delikanliya birkaç sarki daha söyletmege hazirlanan arkadasim, diger yolcularin hemen yerlerinden firladiklarini ve torbalarini, çantalarini kavrayip kamyona dogru yollandiklarini görünce içini çekti, sonra yerinden dogrulmus olan Aliye döndü:
"Seni aratip bulursam hemen gel. Sana parali bir is bulurum, daha usta asiklarin yaninda çalisir, sazini ilerletirsin, olmaz mi?"
Ali hiçbir sey anlamadan tasdik etti:
"Olur beyim!"
Omuzuna vurup:
"Hadi bakalim, Allaha ismarladik!" dedik,
Bütün amele hep birden:
"Selametle"
Dediler ve biz ayrilirken, Alinin etrafinda gülüserek onunla konusmaga basladilar. Herhalde arkadasimin sözlerini kendi kendilerine izaha ve bundan Ali için parlak neticeler çikarmaga çalisiyorlardi.

2.

Dostum, Ankaraya geldikten sonra, hakikaten o delikanlinin isi ile hiç durmadan mesgul oldu. Onu bir müzik mektebine yerlestirmege muhakkak azmetmisti. Bu kadar üstüne düstügü bu is hakkinda konustugumuz zaman:
"Bilmezsin, kardesim" diyordu. "oglanin sesi kulaklarimdan gitmiyor, ben bu isin acemisi degilim, asagi yukari kendime insan sesi esnafi diyebilirim, fakat böyle bir sesi az dinledim."
Ben de kendisi gibi düsünmekle beraber, daha akilli görünmek için söyle diyordum:
"Hakkin var. Fakat o sesin bizim üzerimizde bu kadar kuvvetli iz birakmasinda onu dinledigimiz gecenin hiç tesiri yok mu idi acaba? Mehtap! Siriltisi hak duyulan, kah kaybolan küçük dere... Iki dag arasinda uzanan kivrintili dar vadi, ve nihayet hiç beklemedigimiz bir amele çadirindan tabiatin içine yayiliveren bir ses... Bütün bunlar, o gecenin ürkek sessizliginde bizi garip bir romantizm içine atmis ve alelade veya biraz daha iyice bir sesi bize fevkalade gibi göstermis olamaz mi?"
Fakat bunlara ragmen, Sivasli Aliyi buldurup Ankaraya getirmek ve onu burada da dinleyerek sesini terbiye ve inkisaf ettirmek, itiraz edilecek bir fikir degildi. Ne kadar yazilmis dahi olsak, herhalde birinci sinif bir istidat karsisinda bulundugumuz inkar edilemezdi.
Arkadasim simdiden hulyalar içinde yüzüyordu. Sivasli Alini bir gün meshur ve dünyaca taninmis bir opera tenoru olarak Avrupa sehirlerinde konserler verdigini düsünüyor:
"Onun frak içindeki vücudunu ve beyaz yakasindan firlayan kirmizi yüzünü görmek, harikulade bir sey olacak!" diyordu.
Nihayet istedigini yaptirdi. Birçok yerlere basvurarak Sivasli Alinin Ankaraya getirilmesini temin etti. Bu islerle ugrasan makamlar zaten yeni istidatlar aramakta idiler. Sik sik imtihanlar yapiliyor ve opera mugannisi yetistirmek için talebe seçiliyordu. Bu meyanda Konyaya yazildi. Pek uzun olmiyan bir arastirmadan sonra bizim genç tenor bulundu. Yol parasi Konya belediyesince temin edilerek Ankaraya gönderildi.
Imtihanin yapilacagi mektebin müdür odasina girer girmez, bir kenarda elinde saziyle bekleyen Sivasli Aliyi tanidim. Yüzü biraz daha kirmizi, bakislari adamakilli ürkekti. Ökçesi basik ayakkaplarinin arkasindan topuklari delik çoraplari görünüyor ve üzerinde bulundugu hali tabanlarini yakiyormus gibi sik sik ayak degistiriyordu. Sazini bir silah gibi sag ayaginin kenarina dayamis, sapini iki parmagiyle yakalamisti. Odada konusup gülüsenlerin yüzüne bakmiyor, gözlerini yerde ve karsi duvarda gezdiriyordu.
Odadakilerle selamlastiktan sonra Ali ile konustum. Yolculugun nasil geçtigini sordum. "Kötü degil!" dedi. Elindeki saz yeni idi. Gülümsiyerek yüzüne baktim, derhal anladi: "Indigim handa buldum, sekiz kagit verip aldim. Benim kirik saz ile efendilere çalmak yakisik almaz herhalde!" dedi.
Siyah ve güzel gözleri, simdi aydinlikta ve açik oldugu halde, bana o aksam gördügüm gibi yari kapali hissini verdiler. Dikkat edince bu büyük ve dalgin gözlerin daimi bir rüya içinde yasadigini farkettim. Bir anda kendimi onun yerine koymak istedim.
Buraya kimbilir neler düsünerek gelmisti? Herhalde dostumun kafasindan geçen opera muganniligi ve frakli Avrupa konserleri ona yabanci idi. Olsa olsa Ankarada "büyüklerden" birkaç kisinin kendisini dinliyecegini, belki bes on kurus verecegini düsünmüs olabilirdi. Hatta belki de daha saglam bir istikbalin kendisini bekledigini saniyor, begenildigi takdirde hademelik, kapicilik gibi bir ise konularak kayirilacagini ve arasira "büyük" meclislerde saz çalip bes on kurus alacagini ümidediyordu. Bazan valilerin bile böyle asiklari koruduklarini, onlara meclislerinde saz çaldiklarini herhalde duymustu.
Mektebin muhtelif milletlere mensup müzisyenlerinin türkçe, almanca, fransizca konusmalari ortaligi doldururken, müdür odasinin kapisi vuruldu ve içeriye iki kisi girdi. Bunlardan biri maarif müfettisi idi. Biraz evvel vekalete müracaat eden ve imtihan edilmek istiyen bir çocugu getiriyordu. Orta mektep mezunu oldugunu ve sesini hocalarinin begendigini söyliyen bu sarisin, oldukça sisman, dalgali saçli, cesur bakisli bir delikanli idi. Odada bulunanlar "hay hay!" dediler. Zaten bir tenoru imtihan edeceklerdi, ikisini de dinliyebilirlerdi.
Hep birlikte çiktik. Arkadasim memnun ve kendisinden emin bir tavirla imtihan odasini açti. Burasi parke döseli, bir tarafinda yeni kurulmus sahnemsi bir yer bulunan genis bir salondu. Sahneye yakin köselerden birinde de bir kuyruklu piyano vardi. Oda birdenbire doldu. Gurup gurup türkçe ve frenkçe konusmalar basladi. Bazan münakasalar birbirini bastiriyor ve anlasilmaz bir gürültü benim bile basimi agritiyordu. Genç bir Alman kadini piyanoya geçip tuslara dokundu. Sivasli Ali ömründe görmedigi bir alete hayret dolu bir göz atti, sonra, ihtimal acemilik göstermemek için, lakayt bir hal almaga çalisti. Bu sirada genç müzisyenlerden biri sahneye beyaz boyali demir bir iskemle koyarak Aliye:
"Otur bakalim" dedi.
Diger bir müzisyen atildi:
"Canim, iskemleye oturup san yapilir mi? Ayakta söylesin!"
"Amma yaptin ha, ayakta saz çalip sarki söyliyen halk sairi gördün mü?"
Bu münakasa esnasinda Ali, gözleriyle odanin bir hastahane amliyathanesine benziyen beyaz, çiplak duvarlarini, büyük, perdesiz pencerelerini seyrediyor ve odayi sesleriyle dolduran bir sürü adama, ameliyat masasina yatacak bir hastanin doktorlara bakisina benziyen ürkek nazarlar firlatiyordu.
Benim yanimdaki geç müzisyenlerden birine:
"Bunu iskemleye oturtup söyletmek dogru olmaz, bagdas kurup söylemege alismistir, belki sikilir!" dedim.
O bir an "dogru" der gibi bana bakti, fakat sonra:
"Yok canim, ne münasebet! Frenklere karsi bagdas kurup oturtmak olur mu? Herifleri kendimize güldürürüz!" dedi.
Ali, beyaz demir iskemleye, ates üstüne oturuyormus gibi, ilisti. Sazi tutan eli titriyor ve kirisan alnindan kirpiklerine ve ayva tüylü yanaklarina terler süzülüyordu.
Konusulanlar yavas yavas seslerini kestiler. Herkes bir köseye yaslandi veya bulabildigi bir iskemleye oturdu, gözlerini sahnenin ortasinda tek basina kaliveren Aliye dikti.
Genç adam iki dizini simsiki birbirine yapistirmis, dislerini sikmisti. Sazi kucagina aldi. Fakat bir türlü yerlestiremedi ve sasirip etrafina bakindi. Üzerine dikilen gözleri görünce büsbütün sasirdi. Terler sari mintanina arka arkaya damlamaga baslamisti. Sag eline kiraz kabugundan tezenesini aldi, tellere birkaç kere dokundu.
Bu sesler onu bir an açar gibi oldular. Yüzüne sükunete benzer bir ifade geldi. Biraz daha çaldiktan sonra söylemege hazirlanarak boynunu oynatti. Öksürmek isteyip utaniyormus gibi bir hali vardi. Nihayet gözlerini üzerimizden çekip tavanin bizim tepemizdeki kösesine dikerek, bir halk sarkisina basladi.
Sesi yine güzel, fakat birtakim hisirtilarla karisikti. Yükselince pek belli olmiyan bu yabanci sesler alçaklara inince derhal kendilerini gösteriyorlardi. Ali de bunun farkinda idi. Kendini toplamak istedi, fakat bu hareketiyle ancak bogazinin adelelerini biraz daha gerdi ve yüzü daha çok kirmizilasti.
Müthis bir gayret sarfediyordu. Çenesinin yanlarindan asagi dogru uzanan ve iki küçük direk gibi kimildamadan duran yuvarlak, katmerli et parçalari açikça görünüyordu. Ali gögsünden kuvvetle firlattigi bu sesi bu cenderenin arasindan geçirebilmek için ter döküyordu. Nihayet sarkiyi bitirdi ve sazi eline alarak ayaga kalkti.
Alman müzisyenlerden biri derhal:
"Fena degil, fena degil... Ötekini de dinliyelim..."
Dedi ve basiyle sarisin genci gösterdi.
Yüzünde kendinden emin bir tebessümle sahnenin dört ayak merdivenini çikan delikanli hemen, hatta odadakilerin susmasini bile beklemeden, plaklara geçmis bir halk sarkisina basladi. Evvela hafif ve tatli çikan sesi yavas yavas büyüdü ve bütün odayi dalga dalga dolduruverdi. Hakikaten güzel söylüyordu. Birkaç yerde, hanende taklidi, bayagi hünerler yapmaga özenmesine ragmen mükemmel bir ses materyaline sahip oldugu meydanda idi. Sarkiyi bitirir bitirmez yine deminki Alman "Bravo!" diye söylendi. "Bu çocugu yetistirebiliriz!"
Bu aralik gözlerim Aliye ilisti. Bu odada olanlarin hiçbirisiyle alakasi yokmus gibi gözlerini bosluklarda gezdiriyor ve cani sikilan bir adam tavri aliyordu. Piyanodaki genç kadin eliyle onu yanina çagirdi. Namzetlerin kulak terbiyeleri denenecekti. Sag eliyle basit bir melodi çalarak almanca:
"Bunu aynen tekrar et!" dedi.
Türk müzisyenlerden biri izah etti:
"Piyanoya göre söyle bakalim!"
Ali bir bana, bir de gözleriyle ariyarak dostuma bakti. Ben "eyvah" dedim. Zavalli delikanli ömründe görmedigi, sesini duymadigi adini isitmedigi bir aletin karsisina getirilmisti. Kendisine söylenen sözün manasini bile anlamiyordu. Izah etmek istedim:
"Oglum, bu hanimin çaldigina göre ses çikar."
Piyanodaki kadin ayni melodiyi tekrar etti, Ali büyük bir gayretle tekrar boynunu gererek:
Bir haber yolladim canan iline...
Diye basladi. Oradakilerden birkaçi güldü ve Ali derhal sustu.
"Yok, iki gözüm" dedim, "sarki söyliyecek degilsin, bu sesleri çikaracaksin."
Sikinti içinde girtlagindan birkaç ses firladi, orada cani sikilmis gibi duran Almanlardan biri eliyle sarisin tenoru çagirarak "bu söylesin" dedi.
Piyanonun arka arkaya çaldigi birkaç küçük melodi bir ses nehri halinde ve berrak olarak delikanlinin agzindan dökülüyordu. Isi çabuk bitirmek istiyenler usulen Aliye bir sarki daha söylettiler. Bu sefer birinciye nazaran çok fazla gayret sarfeden ve her seyin bu bir tek sarkiya bagli oldugunu sezen Ali en güzel sarkisini söyledi. Hiç de fena degildi. Hatta orada bulunanlar: "Mükemmel!" der gibi baslarini salliyorlardi. Fakat sarki bitip Ali saziyle bir kenara çekilir çekilmez onu derhal unuttular. Sarisin delikanli yine plaklardan ögrenme bir tango söyledi. Muhakkak ki güzel sesi vardi. Artik imtihan kafi görülerek bu çocugun ne yolda yetistirilmesi lazim geldigine dair münakasalara geçildi. Bütçe meselesi ortaya atildi. Hazirandan evvel talebe olarak alinirdi, alinmazdi gibi sözler oldu. Hiç kimse ayni odada bir kenarda bir de Sivasli Alinin bulundugunun farkinda degildi. Onu ta buralara kadar getiren dostum, münakasa edenlerin yaninda, hiçbir sey dinlemeden duruyordu. Ikimiz de Alinin yanina gitmege cesaret edemiyor, hatta onun yüzüne bile bakamiyorduk.
Ben yavasça gözlerimi kaldirinca hayret içinde kaldim. Alide hiç de feci bir halde bulunan bir insan tavri yoktu. Bos gözlerle biraz evvelki gibi duvarlari süzüyordu. Sanki bu odadakiler onu zerre kadar alakadar etmiyen kimselerdi. Yüzünde en ufak bir teessür, en küçük bir hiddet yoktu. Hatta oldukça uzun süren bir sikintidan, bir iskenceden kurtulmus gibi sakin, dinlenen bir hali vardi. Gözleri sarisin tenora rastladikça bir müddet duruyor, belki biraz hayret ve merakla onu süzüyordu. Bu bakislarda küçük bir haset, hatta gipta aradim ve bulamadim.
Sazi yine silah gibi sag ayaginin yaninda idi ve bu ayagi gayet küçük bir hareketle yerden kalkiyor ve tekrar parkelere dokunuyordu. O zaman içimde bir seyin burkuldugunu hissettim. Genç adamin bütün yeisi, bütün inkisari, bütün kirilan ümitleri bu ufak ayak hareketinde kendini gösteriyordu. Vücudunun her tarafina hakim olan, yüzünün en ufak bir ürpermesiyle bile içindekileri disari vurmiyan, gözleri sonsuz bir derinlik ve sükunet içinde yumusak bir isikla parliyan bu adam farkinda olmadan kendini sag ayaginin bir minimini ve sinirli kimildamasiyle bosaltiyordu. Ömrümde hiçbir insan yüzü, hiçbir aglayis bana bu kadar aci, bu kadar manali görünmemisti.
Kendimi topliyarak onun yanina dogru yürüdüm. Onunla muhakkak konusmak, ona bir seyler söylemek lazimdi. Konyaya nasil dönecekti? Cebindeki son parayi vererek bu sazi almisti. Simdi ne yapacakti?
Yanina gider gitmez ayaginin hareketi durdu. Arkadasim da gelmisti. Çabucak hazirladigi bir yalani söylemege basladi:
"Ali, evladim! Senin sesini begendiler ama, yasin biraz büyüktü. Buraya yirmiden fazla olanlari almiyorlar. Senin için ugrasip hususi bir sey yaptiracagiz. Fakat uzun sürer belki, sen Konyaya dön, biz isin olunca seni buldurur, haber veririz"
Ali bütün bunlari, fevkalade ehemmiyetli bir seymis gibi, kaslarini hafifçe kaldirarak dinliyor, adeta ezberlemege çalisiyordu. Fakat gözleri bana ilisince irkildim. Nedense bu siyah ve büyük gözler bana sahibinin bu laflarin bir tekine bile inanmadigini ifsa eder gibi geldi.
Herhangi bir sey yapmis olmak için:
"Gelin, bir lokantada yemek yiyelim!" dedim.
Odadakilerin münakasasi hala devam ediyordu. Bizim çiktigimizin farkina bile varmadilar.
Bir kebapçidan karnimizi doyurduk ve bu esnada hemen hiçbir sey konusmadik. Onu kandirmaga imkan yoktu. "Seni çagirip zahmet verdik, affedersin! de denilemezdi.
Ben bunlari düsünürken kebapçidan çiktik. Ali bir sey söylemek ister gibi birkaç kere yutkundu ve boynunu bükerek:
"Sizi mahcup çikardim, beyim, sakin kusura kalmayin!" dedi.
Sonra, hayret edilecek bir seyden bahsediyormus gibi gözlerini hafifçe açarak devam etti:
"Ben o odada bir türlü sesimi bulamadim!"
Ve yanimizdan ayrilip gitti.
Ertesi sabah, aramizda topladigimiz birkaç lirayi kendisine vermek ve onu Konya otobüslerine bindirip selametlemek için Haymana hanina giden arkadasima hanci, Sivasli Alinin, sazini iki liraya satip yol parasi yaptigini ve safakla kalkan bir kamyona binip Konya yolunu tuttugunu söylemis.